10 Temmuz 2009 Cuma

Alışveriş Denklem Sistemleri

Konu alışverişken konu hakkındaki hislerimi destan şeklinde de tek bir kelimeyle de anlatabilirim gibi hissediyorum. Alışveriş eşittir mutluluk! Bence denklem budur!

Başım çok ağrıdığında bir ağrı kesici, moralim bozuk olduğunda bir anti depresan olabiliyor alışveriş benim için. Annemi zorla sürüklemem de bundan ileri gelmektedir. Bir insanın alışveril sevmemesini kafam almıyor desem yeridir. Hele ayakkabı alışverişleri... Ayakkabı alışveriş konusunun dışında da incelenebilir bence. Çünkü ayakkabı varlık üstüdür, ayakkabı tanrıdır! "Senden bunun aynısı yok mu?" "Hayır bunun üç çizgisi var, onda iki tane çizgi vardı, bir de 45 derece daha eğikti onlar!" şeklinde diyaloglara sahne olabilir kadınların bir çoğuyla ayakkabı alışverişi yapmak. Herkes bilmelidir ki hiç bir ayakkabı benzer değildir, hiçbir ayakkabı aynı değildir! Ayakkabılar birbirinden tamamen farklı, kendi dünyaları olan özel organizmalardır:D Eö peki bu kadar olmasa da iyidir ayakkabılar yani:D

Oldum olası sevdiğim alışverişlerden biri kırtasiye alışverişidir. Böyle rengarank, eğlenceli bir yer ya.. Gidince böyle bütün kalemlerden, bütün fon kartonlarından ve bütün o şekilli kalemtraşlardan alasım gelir. İlk okul ne güzeldi yahu, çeşit çeşit kalemler falan.. Bir tane sol anahtarlı kalemim vardı benim. Ne güzel birşeydi. Babam sol anahtarını kırmıştı onun, sonra da "Böyle daha güzel oldu!" demişti. Hayır, öyle daha güzel olmamıştı sevgili dostlar:)

Alışveriş sırasında en nefret edilesi olay beğendiğin bir şeyin bedeninin olmaması ya da renginin olmamasıdır. Yıllardır aradığınız bluzü görürsünüz. Heyecanla sorarsınız "Bunu siyahı var mı?" "Hayır sadece beyaz." Yıllardır aradığını bluz beyaz renkte iç çamaşırı gibi durmaktadır, almazsanız. Ya da birşey beğenir ve sorarsınız "Bunun 38'i var mı?" "Hayır yalnızca 29 beden kaldı" E ama yuh?!

Sonuca bağlamam gerekirse alışveriş eşittir mutluluk ama alışveriş hayal kırıklıkları elemanı değildir mutluluk kümesinin:D

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Tiksinilesi Eylem: ALIŞ-VERİŞ

Bu yazıma hala comic sans olmamasının üzüntüsü ve kahrıyla başlıyorum...Konu da ayrı bir alem...Sayın Dina Efendi alışveriş konusunu seçtiler...Alışverişin her aşamasından nefret eden biri olarak ne eğlenceli...(Peh)

Belirttiğim gibi alışverişin her aşamasından nefret ederim...Mağaza mağaza dolaşmak, giysi denemek, ayakkabı için sorun yapmak, daha kötüsü bunlardan hoşlanan bir grup kadınla aynı mekanda olmaktan hiç hoşlanmıyorum...Yıllardır klasik giyindiğim için benim için alışveriş, mağazaya süratle girmek, istediğin şeyi acilen bulmak, kasaya koşarak gitmek, seri bir şekilde ödemeyi yapmak ve kaçarcasına uzaklaşmaktır..Heyhat, gel gör ki, canım evladım, minik prensesim Sayın Dina Efendi çılgın bir alışveriş düşkünü oldu...Rivayet odur ki, doğduğu hastahanede doğumundan 20 dakika sonra, ayakkabılarını beğendiği bir hemşireyi ayakkabılarını satması için ikna etmeye çalıştığı görülmüştür...Bu biraz abartı da olsa, kendileri istediği şeyi bulabilmek uğruna 50 mağaza, 25 alışveriş merkezi, 10 mall gezer ve bana mısın? demez...İşin acıklı olan tarafı ise bunu benimle yapmak ister hep...Bu nedenle ister istemez Ankara'da ne nerede satılır, kaça alınır hepsini öğrenmiş bulunuyorum...

Tabi kadınların geneli bana benzemiyor aslında pek...Sırf alışveriş yapabilmek için doğmuş olabilecek insanlar tanıyorum...Mesela birisi Şenay Abla'dır...İlerlemiş yaşına rağmen çılgınca alışveriş yapar...Daha kötüsü çılgın şeyler alır...En kötüsü ise o da bunları benimle yapar...Yaşını ve kilosunu (anlaşılacağı üzere pek Ebru Şallı sayılmaz kendisi) 34 beden, sırt ve bilimum yerleri açık tuhaf şeyleri alır alır bana "Gonca bu nasıl hayatım?" diye sorar. Patavatsız ve açıksözlü bir insan olmama rağmen bende ona "Ulan sen manyak mısın? Ona senin kolun girmez...Hadi girdin nerede giyilir bu?" diyemem ve "Bilmem? Ben bu konuda çok zevkli biri sayılmam" diye kıvırırım niyeyse...O kadar enerjik bir kadındır ki, o Türkiye'ye geleceği zaman bacağımı kırmayı düşünüyordum bir ara ciddi ciddi..

Almaya gitmeyi sevdiğim şeyler var tabi benim de...Oyun, film, kitapla sınırlı olsa da...Ama bunların alışverişi kolaydır...Fiyatlar standart zaten ve ne almaya gittiğimi biliyorum..Bir kitapçıyla aranızda " Ayol geçen aldığım çok iyiydi...Aynısından bir tane daha ver" tipi bir dialog geçmez ne de olsa...Ya da oyun aldığım adama "Bu oyun beni şişman gösterdi, başkasını deneyim" demem...Dersem adam bana "Salak" der ve haklı olur çünkü..Almaya gittiğin şeyi sorarsın..Adam verir, öder gidersin...Zaten hep aynı yerlerden aldığım için ne istediğimi sevgili satıcılarım da bilir ve çok stressiz bir alışveriş olur bunlar...Birde şu var...Bu mekanlarda kokoş ve ciyaklayan kadınlar olmaz hiç...Çünkü onlar o esnada asla giremeyecekleri bikini, tişört falan alıyor olurlar...

Stresli alışveriş ise şöyle olur...İran'da Sayın Dina Efendiye pantolon almaya girdiğim mağazanın sahibi bana el hareketi yapmıştı..."Ulaynn" diye adama dalmama ramak kalmışken bunun "Çok güzel oldu.." anlamına geldiğini söylediler bana...İşte ben stresli alışveriş diye buna derim...Kızdığım kadar şaşırmıştım da..Düşünsenize, çocuğunuza pantolon alıyorsunuz...Hiç tanımadığınız bir adam size sırıtarak el hareketi çekiyor..."Nah alırsın sen o pantolonu..." der gibi...Orada alışveriş yapmak tam eğlence zaten...Mağaza sahibi Azeri Türkü ise yandınız...Elbise=Don Azerice'de...Elbiseyi elinize almaya korkuyorsunuz...Çünkü adam size "Bu don size çok yakışacak" diyor ciddiyetle...Sanki herifin beni donla görmüşlüğü var gibi hissediyorum...Bacak=Kıç...Pantolon alacağınız satıcı "Bu pantol kıçınızı uzun gösterir" diyebiliyor...Kasap alışverişinden bahsetmek bile kabus...Çünkü "kemik" için kullandıkları kelimeyi duysanız o an vejeteryan oluverirsiniz oracıkta...Iyyy...Ve abartısız hemen her esnaf benden bir İbrahim Tatlıses ya da Emrah şarkısı söylememi istiyor Türk olduğumu anlar anlamaz...Adamları ne dinlerim, ne tek şarkılarını bilirim..Hadi bilsem bile adam orada satırla ete girişmişken ben niye şarkı söylüyorum efendim? Neyim ben? Deli mi?...Ömrü hayatımda şarkı söylememiş biriyim ben...Hoş söylemek istesem bile iğrenç bir sesim var...Aklıma gelince sinirlendim yine şimdi..Ne şebeklikler yaşadım orada ben yahu...Bu konuda Türk esnaf bir numaradır her daim...Onlar hiç bir turiste " Patlat bi ABBA madem İsveçlisin " demezler...

Kısacası alışveriş=kabus benim için...20 yıldır aynı model ve aynı renk terlikler giymem bu nedenledir...Eskidikçe gider yenisini alırım...Deneme yok, pazarlık yok...Tek tip elbise döneminde Çin Halk Cumhuriyet'inde yaşasam hiç şikayetim olmazdı eminim..Bu konu da burda bitsin....:)

5 Temmuz 2009 Pazar

Şakacı Şişman Yol Sosyali

Annem yol diyince yazacak pek birşey yok gibi gelmişti. Yolculuklarım genellikle - of tamam HEP uyuyarak geçtiğinden yolculukla ilgili süper anılarım yok benim. Son zamanlarda - of tamam sadece bir kere uyumadan bir yolculuk yapmış bulunuyorum. Yolculuk benim için tatsız birşey aslında. Başım ağrır, kitap okuyamam. Ben paso uyurum yani. Eh bu da süper bir yolculuk sayılır mı bilemiyorum. Ama son yolculuğum cidden hoştu, kitap falan okyabildim en azından. Bakalım bir dahakinde ne olacak? Gerçekten yolculukla ilgili yazabilecek çok fazla şeyim yok aslında. Belki de hiç yok bilemiyorum ama bir iki şey söyleyebilirim diye umuyorum. Öncelikle belirtmem gerekir ki engin tecrübelerim ve keşiflerime göre yolda dinlenmesi gereken parça Santana ft Everlast - Put Your Lights On'dur. Elektrik direkleri sırayla gözünüzün önünden geçsin diye yazılmış bu parça sanki. Evet yolda bunu dinlemek lazımdır. Şu an annemin yazısının ne denli süper ve benimkinin ne denli berbat olduğu fikri bütün hücrelerimden hızla geçmekte ayrıca. Eh bakacağız, bir dahaki konuyu ben seçiyorum! Erhm.. Konuya dönmek gerekirse yolculukların çekilmez özellikleri "şakacı muavinler"dir. Bunlar içecke servisi yaparken elinde suyla yanınıza gelir mesela. "Ne içersiniz?" "Ben bir su alayım lütfen" dersiniz gayet masum bir şekilde. Ama muavin belki de paso otobüste kalmanın verdiği bir salaklıkla gülümser ve "Size kalmadı!" der. Sonra buna gülmenizi bekler. Bu durumda yapabileceğiniz bir iki şey vardır:
1) Komşu gülüşü yapabilirsiniz.
2) Kadere lanet edip otobüsten inmek isteyebilirsiniz.
3) İçten gülüp muavinin kalbini kazanıp kendiniz de mutlu olabilirsiniz.
4) Ters ters bakarsınız.

Bana soracak olursanız engin tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki 1. ve 4. seçenekler muavin bünyesinde aynı etkisi yapıyor. En son suyunuzu verip gidiyor. İçten gülmeyin derim ama. Aynı esprileri kolonya ve çay için duymak istediğinize gerçekten emin misiniz? Bir daha düşünün! Şakacı muavinler benim bünyemde başka bünyelerde yapmadıkları kadar büyük etki yaparlar. Neden mi? Dedim ya uyuyorum ben. Uykuluyken agresif ya da salak olabilirim. Evimde salak olabilirim ama otobüste agresif olabilirim. Saçım başım dağılmış, tipim bir tarafa kaymış, gözlerimden uyku akıyorken muavinlerin bana yaptığı esprileri kaldıramam. Zaten benim uyurken ki halimi gören hiç bir aklı başında muavin bana espri yapmaz! Yapmaz yani, evet.

Şakacı muavinlerden daha kötü birşey varsa o da şişman yol arkadaşlarıdır. Şükür ki bunlarla yolculuk etmişliğim yok ama az çok tasavvur etmek mümkün bunları. Sizi koltuğunuza çivileyen bu tip insanlar bir de uyurlarsa evlere şenlik bir durum olabilir kanaatindeyim:)

Şişman yol arkadaşlarından daha da kötüsü vardır. Yol sosyalleri! Bu insanlar yola sosyalleşmek amacıyla çıkarlar ve yol arkadaşlarıyla yanyana oturmak yetmez bunlara. Herşeylerini bilmek isterler. Nereye gittiğini, niye gittiğini, okuyup okumadığını, nerede okuduğunu, nerede çalıştığını, kaç kardeş olduğunu, babasının ne iş yaptığını. Bu yol sosyallerinin mutlaka bir eltisi olur ve eltileriyle iyi anlaşırlar. Size eltilerinden bahsetmekten hoşlanırlar. Yol sosyaline verdiğiniz her cevaba yol sosyali zaten aşinadır. "Nerede okuyorum demiştin?" Yol sosyalleri size "sen" derler ve yanıtları bir kez söylemenizle asla ikna olmazlar. "Ne demiştin?" şeklinde sorular sorarlar hep. Her neyse bu insanlar vereceğiniz her cevaba aşinadır. "Nerede okuyorum demiştin?" "Jeodezi ve fotogrametri" "Haa bizim şey de orada okuyordu" Yol sosyallerinin akrabaları, tanıdıkları ya da komşularıyla her zaman ortak noktalarınız vardır ama bu insanların kim olduğu asla ve asla hatırlanmaz. Onlar yalnızca "Bizim şey" olarak kalırlar. Kim bilir belki onlar da sizin gibi yol kurbanlarıdır.

Ama bunlardan daha da kötü birşey varsa. Şişman olup yol arkadaşınız olduğu halde muavinlik yapan şakacı yol sosyalleridir:D Bu yüzden en güzel yol, uyunan yoldur:)

YOL

Yol konusuna girmeden önce, yazı tiplerine comic sans eklemeyen zihniyeti esefle kınıyor, hatta daha ileri gidip lanetleme derecesine geliyorum...!

Yol konusunu ben seçtim...Niye seçtim diye gereksiz bir meraka kapılan olursa, ona cevabım şudur: "Hiçbir fikrim yok.." Cidden niye bu konuyu seçtim bilmem...Ne uzun yol hikayelerim vardır...Ne de dere tepe gezen bir mizacım..Hayatımda bindiğim her türlü ulaşım aracında 10 dakika içinde uyur, ulaştığımız yerde de uyanırım..Yolda uyumam o kadar kesin bir durumdur ki, sırf bunun için özel battaniyem bile var. Armut dibine düşer hesabı Sayın Dina Efendi de böyle oldu haliyle...Bir İzmir yolculuğumuzda artık nasıl uyuduysak terminale ulaşıp, muavinin çabalarına rağmen uyanmamışlığımız ve otobüs garaja çekilip yıkanırken 1 saatte orada uyumuşluğumuz var ana-kız...Lütfedip uyandığımızda adamın biri köpüklü su sıkıyordu camlara gürültüyle...Bunun için mi uyandık?...Hayır efendim...Sıcaktan uyandık...Zaten her İzmir yolculuğumuz olaylıdır bizim...Görünmez bir güç İzmir'e gitmemizi istemiyor sanki?..Yine bir İzmir yolculuğumuzda (Sayın Dina Efendi 9 yaşında falandı o zaman) son model bir minibüs tuttuk 6 arkadaş (ki biri eşim olur)...Hoş o ekiple aklı başında bir yolculuk ummak, birgün doların 10kuruş olacağını ummak kadar saçma bir durumdu zaten...Sanki İzmir'de alkol satışı yasakmış gibi kasalar dolusu bira ve viski almış olan bir ekip...Herkes birbirinde habersiz (Sayın Dina Efendi dahil) simsiyah giyinmiş 6 yetişkin 1 minno...Bu arada yine herkeste en koyu güneş gözlükleri, bandenalar, küpeler, abuk sabuk aksesuarlar..Neymiş efendim, bayram tatilinde arkadaş ziyaretine gidiliyor...Ama minibüsün içini görseniz, sanırsınız ki, "Geleneksel Yıllık Satanist Alkolikler Festivaline" gidiyoruz...Neyse efendim, Ankara'dan çıktık ve derhal kaybolduk...İzmir'e ulaşana kadar Kütahya dahil bir sürü yanlış şehire gitmemize rağmen, sonuçta şehre girişimize 10km kalmıştı ki minibüs bozuldu...Zar zor bir çekici bulup aracı tükledik...Çekicinin üstünde İzmir'e öyle bir giriş yaptık ki, yediden yetmişe tüm İzmir halkı bizi parmakla gösterip kahkahalara boğuldular...Rezil ve utanç verici anlardı...Az önce rock konseri vermiş gibi görünmemize rağmen, minibüste çığlık çığlığa "bas bas paraları Leyla'ya" çalması ve plakanın Ankara olması da bu durumu perçinledi tabi...Yol sormak için bir kafenin önünde durduk ve hala neden böyle bişey yaptığımı merak ettirten ölümcül olayımı yaptım...Yorgunluktan allak bullak olmuş bir yüz ve kıyafetlerle "İYİ BAYRAMLAR İZMİRRR" diye selamladım kafe halkını...Sadece filmlerde olabilecek bir şekilde tüm kafe ayağa kalkıp "SAĞOLLL" diye karşılık verdi neşeyle...O arada çekicinin üstünde olmamızı zerre kadar önemsemeden hala direksiyon başında olan Ata (kendisi yabancıdır ve bu da zerre kadar umrunda değildir) , muhteşem Türkçesi ile " MEŞHUR PEYNİR MUSTAFA ABİ NEREDE CUCUKLAR" diye son noktayı koydu...Olay daha da uzuyor ve rezilleşiyor ama anlatmayacağım...Ama İzmir'de dolanırken kulağınıza "Ya abi Ankara'lılar cidden anormal" falan tipi bişey gelirse, anlayın ki, o rezil günde o kafede olan birini dinliyorsunuz...

"Yol hikayelerim yok" demiştim başta ama aslında bu doğru değil sanki, paratoner misali tüm abuklukları üstüme çeken biri olarak aslında tüm yolculuklarım olaylı geçmiştir, şöyle bir geriye bakınca...Mesela annemin yanlışlıkla mola vermeyen otobüsten aldığı biletle İstanbul'a gidişim...Sigarasızlıktan gözüm dönmüşken yanımda oturup, bana sarılarak uyuyan Çinli kız...Yol boyunca Çince sayıklayıp durmuştu üstüne üstlük...Hem ben bu Çinli milletini zayıf bilirdim...Bu minik bir filden az halliceydi...Öldürmek için adam aradığım saniyelerde beni dürtüp denizi göstermişti saçma Türkçesi ile.." Bak suuu" ..."Hayır" dedim bir önemi varmış gibi..."O deniz....Su bu"..Elindeki pet şişeyi göstererek....Sanki Çin'den sırf sigarasızlıktan gözü dönmüş beni çıldırtmaya gelmiş gibi, sabit sabit suratıma bakıp "Bak suuu" diyip durmuştu...Elindeki pet şişeyi alp ona girişme planları yapıyordum ki terminale ulaştık ve kendimi dışarı attım...Lafın gelişi değil..Cidden attım...Yani öyle bir uçtum ki otobüsten, beni karşılamak için elinde çiçeklerle bekleyen arkadaşımın ayaklarını öptüm...Kaldığım 3 gün içinde dudağım patladı, parmağım incindi, dizim parçalandı...Bunların hepsini farklı zaman ve mekanlarda, kendi sakarlıklarımla becerdim...Gururluyum..

Yazacak ne çok şey varmış?...Amasra yolculuğunda yanıma oturan minik dev kadın ve bana çektirdikleri...Bodrum dönüşü otobüsten atılmamız...İran uçağında (hurdaydı o) kapının yerinde çıkmasına ramak kalması ve pilotların, hosteslerin zilzurna sarhoş olmaları yemiyormuş gibi Rusça dışında konuşmamaları...Şimdi aklıma geldi kule ile nasıl anlaştılar onlar yahu? Yazıya son verip bu konuyu düşüneyim en iyisi ben...Bakalım Sayın Dina Efendi ne konu seçecek gelecek yazı için?...Bunu düşünmeyeyim...14 gün sonra yine yola çıkacak oluşumuzu hiç düşünmeyeyim...(Vay vay vay)


24 Haziran 2009 Çarşamba

Korku

Efendim, sayın Dina Efendi ilk konu olarak "korkuyu" seçti...Korkuyu yazmak hem çok kolay, hem çok zor benim için..Onlarca korku romanı okumuş, oyunu oynamış, filmi izlemiş biri olabilirsiniz... Ama bunun yanı sıra hiçbir tanesinden korkmayı becerememiş biri olabilirsiniz...İşte olay burada kopuyor...Şimdi ben ne yazayım?

Oldu bitti korkmayı bir türlü becerememişimdir...Bebekken annem uyumak bilmediğim gecelerde beni korkutmak ve uyumamı sağlamak istediğinde "Çabuk uyu ÖCÜ geliyor" dediğinde, yatağımdan fırlayıp, yarım yamalak " Körkmeyin, pen varım. Öcüyü döverim şimdi" diye pislik yaptığım söylenir...Belki korku edebiyatına bu kadar düşkün olma nedenim bu korku yoksunluğudur...? Ha tabi bu hiçbir şeyden korkmam anlamına gelmiyor tabi...Korkularım var..Hem ne korkular...Doğma büyüme Ankara'da yaşamama rağmen fena halde köpekbalığı, ömrü hayatımda Avusturalya'ya adım atmamış olmamamı hiç umursamadan Tazmanya Canavarı, Sanki tüm tvler benim peşimdeymiş gibi kamera korkum var...Şöyle ipe sapa gelen normal bir korkuya ise hasretim...İyi bir yüzücü olmama rağmen yüzemem, Ankara'nın göbeğinde her çalılık altında Tazmanya Canavarı ararım...Her ne hikmetse sürekli karşıma çıkıp gündemdeki her hangi bir konu hakkında fikrimi almak isteyen TRT kameralarından tavşan gibi kaçarım...En son korkumla yüzleştiğim gün, Karanfil Sokak Kızılay Kan Merkezine gidip kan verdiğim gündür söylemesi ayıptır...Kan verme olayında en nefret ettiğim şey, kanınız alındıktan sonra elinize bir meyveli soda ve Çokoprens verip bunları yemeniz için baskı yapan hemşiler ve hayatnız buna bağlıymış gibi sizi sıkıştıran yapan doktor oluyor efendim...Her iki ürünü de asla sevmediğim için, hep bir şekilde kıvırır bunları yemem içmem...O meşum gün, hemşireye "Derhal kızıma yetişmeliyim...Bunları yolda yiyeceğim" diye garanti verdim ve bir elimde paketi soyulmuş Çokoprens, öbür elimde kapağı açılıp içmemim garantilendiği çilekli soda kapıyı açmıştım ki, birden kamera ve mikrofonla kafa kafaya geldim...Olayın vehametinin anlaşılması açısından saçlarımı o gün 3 numaraya traşa yakın bir şekilde kestirmiş olduğumu ve göğsümde asılı çantamında Dina efendinin siparişleriyle dolu olmasından dolayı minik bir kanguruya benzediğimi belirtmeden geçemeyeceğim...Evet...Kapıyı açtım ve 3 nolu büyük korkumla karşılaştım...Işığı açık bir kamera, mikrofon ve tatlı tatlı soru soran bir muhabir...Ve ben elinde kakaolu büskivisi ve meyveli sodasıyla minik bir tosuncuk...!...Rezalet..Korkunun mantığı yok tabi...Muhabire neredeyse çığlığa yakın bir sesle "Hiç vaktim yok...Pardon..!" diye bağırıp koşmaya başladım...Hayır, elindekileri at bir tarafa değil mi yani? Yok efendim...Çok beslenmiş bir obez yavru misali 100m kadar koştum...Nefes nefese durduğumda salaklığıma kızayım mı güleyim mi bilemedim? Sanki adamlar beni yakalayıp döve döve röportaj alacaklar...Mantık yok işte...Hoş kapıyı açıp bir köpekbalığı yaza Tazmanya Canavarı ile karşılaşmamış olmam şükredilecek birşey tabi...

Saçma oldu biraz ama oldu....:)

Korku Şartı

"Korku. Konu korku olsun" derken bu konuda çok zorlanacağımı düşünmüyordum. Yükseklikten kelebeklere, kelebeklerden köpekbalıklarına uzanan geniş bir korku listem vardı. Çoğu anlamsız olan korkularımı her koşulda anlamlandırabilme yetisine sahip olmam korkumla birlikte gelen default bir özellikti. Son günlerde peydah olan korkularımı ise asla anlamsız bulmuyordum. Lanet güvercinler direk üzerime üzerime uçuyorlardı. Kelebekleri saymıyorum bile. Belki de üzerimde yalnızca kanatlı hayvanların görebildiği garip bir çekim mekanizması vardı. Bunu bilemiyordum. Artık evde attığım çığlıklar sıradan bir hal almıştı. Önceden her çığlık attığımda gelen ailem artık çığlıklarımı önemsememez hale geldiğinden rahatça korkabiliyorum. Aslında korkularım değişti sayılabilir. Kandan rahatsız olmayıp kelebekten korkmak garip birşey midir? Aslında kandan rahatsız olmadığımdan emin değilim. Bana ve sevdiklerime ait olmayan kandan rahatsız olmuyorum desem daha doğru. Gece çok sıcaktı ve saçlarımı enseme değmeyecek şekilde yatağa yaymıştım. Saçlarımın bir kısmı yataktan sarkıyordu. Bir an aklımdan bir elin çıkıp saçlarımı tutacağı düşüncesi geçti kısa süreli. Bu konuyu seçerkense aklımdan geçen korkum bu değildi. Yükseklikti. Yükseklik benim için her zaman çok zor birşey olmuştu. Yüksek binalarda kapalı camlara dahi yaklaşamıyordum. Başım dönüyor, kanımın hızlandığını hissediyordum. Bir ara korkumun üzerine gitmenin iyi olabileceğini düşündüm ama bu daha çok baş dönmesi ve daha hızlı kalp atışları getirince bu düşüncemi bir kenara bırakmaya karar verdim. Ben bunları düşünürken aklımdan büyük beyazlar geçmeye başlamıştı. Aklımda 40 büyük beyaz var ve hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyor.. Ben büyük beyazları düşünürken, Alanya'da olduğum sırada bir büyük beyazın da beni düşünüyor olabileceği ihtimali tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu. Aklımda tanıdık bir filmin, tanıdık müziği dönüp duruyor, parmaklarım işlevini yerine getirmiyordu. Parmaklarımdan bahsedince aklıma Lola geldi. İlk geldiği zamanlar onu parmaklarımla kızdırıyordum. Burnuna falan vuruyordum, o da benim parmaklarımı kemiriyordu. Parmak kemirmek diyince parmaklarımı kemirebilecek iğrenç bir hayvan tanıyorum. Aslında kendisiyle henüz tanışmadım ve ömrüm boyunca da tanışmamayı umuyorum. Ama Paris Metrosunun onunla tanıştığından eminim. Kemik Koleksiyoncusu'nda fareli bir sahne vardı. Aklımdan o geçiyor, kanımın yüzümden çekildiğini hissediyorum. Suratım bembeyaz görünüyor olmalı. Bir ceset gibi ya da yüzünü kötü boyamış bir palyaço gibi. Palyaçolardan korkma sebebim küçük yaşta izlediğim O'dan başkası değildir. Palyaçoların yanısıra palyaçoya "palyanço" diyen insanlardan da en az bu kadar korkuyorum ben:D Ve tabi korkularıma "Neden?" diyen insanlardan... Korkunun nedeni niçini olabilir mi Allah aşkınıza? Korkunun mantığı yok. Gerçekten, irdele, incele. Yok yani. Korkuyla savaşmak diye birşey yok, korkunun üzerine gitmekse Amerikan filmi saçmalığı. Öyle şeyler yok. Korkuyorsan, korkuyorsun. Şartlar seni korkmamaya zorlayıncaya dek korkacaksın. Şartlar? Tanrı bizi korusun:D